Kayıtlar

Hüzün

Resim
Hüzün, duyguların en asilidir. En ağırbaşlısı, en zor bulunanı ve en önemlisi elde tutulması en zor olanıdır. Söz gelimi acı diyelim, sorar mı insanın yüreğini yakmak için, izin alır mı, gelince gitmesini bilir mi? Ya öfke, biz mi gelsin isteriz? Gelir mantığımızı esir alır pek çok hatayı, utancı yaşattıktan sonra geride bir gönül, çoğu zamanda insan enkazı bırakarak gider. Neşeye bakalım. Peşinden koşarız bulup sahip olmaya çalışırız, bulduğumuzda doyunca yaşarız ama hayatı inkâr ederek, onu yapaylaştırarak, hakikati ve hakikat algısını yok saymak pahasına ulaşırız ona. Nefret, bencillik, kin gibi duygular ise artık hüznün yaşayamayacağı kadar çoraklaşmış, kurumuş ve dahi çölleşmiş gönüllerde var olabilen yegâne duygulardır. O gönüller artık hüzünlenemeyecek gönüllerdir. O gönülleri hüzünlendirmek çölde karanfil yetiştirmek kadar zordur. Ne büyük bir kayıptır bu. Hüzün ise ne teslim olur havailiğe neşe gibi ne de karanlığa keder gibi. Hayat serüvenin başı ile sonu arasında en anl

Hiçlik

  Nisan ayının buğulu günlerindendi. İri kayaların denizi durdurduğu sahilde, bol zamanımın dakikaları üzerinde dans ederek yürüyor; sık sık durup aramıza girmiş kayaların ötesindeki dingin denizi seyrediyordum. Bu sahili bilirim. Sonbaharın bitimiyle tüm kış öfkesinden yanına yaklaşılmaz. Kayalara çarpan öfkesiyle homurdanırken, avına uzanan canavarın pençeleri gibi dalgalarını kıyıya uzatır.   “O öfkeli canavar şimdi derin sularda dinlenmeye çekilmiştir. “ diye aklımdan geçirdim. İskeledeki yalnız bankta oturan yaşlı adama gözüm ilişti. Yaşadığı uzun yılların şahidi ak saçları hafif rüzgârda dalgalanıyor, dağılan saçlarını kayıtsızlıkla her seferinde düzeltirken gözlerini diktiği noktadan ayırmıyordu. Uyuyan canavara bir şeyler mi fısıldıyordu? Yoksa denizden beklediği biri mi vardı? Sevdiği birini deniz mi almıştı? “Kim bilir bu uzun hayata kaç hikâye sığdırmıştır.” diye mırıldandım. O ana kadar rotasız gezinen ayaklarım beni iskeleye taşıdı.   Yarım kalkan kaşın arkasındaki bakışı

Siğil

  Ben iyiliksever bir insanım. Babam hep söylerdi “tenkit etme evladım, düzelt” diye. Yardımseverliğim bundan olsa gerek. Yanlışa dayanamam, hatayı görmemezlikten gelemem, noksana “bana ne” diyemem. Bebek arabasından sarkıp yerde sürünen örtüyü gördüğümde o an hayatımda başka ne varsa kaybolur.   Yolcusunun kapıya sıkışan pardösüsü için taksinin arkasından saatlerce koştuğum olmuştur. Her an uçuşacak bir gazete titreşirken rüzgârda,   o masada tedirgin olurum. Başka hiçbir şeyi düşünemem.   Bana gülüyorlar biliyorum. Ama küçük ihtimaller ormanında yaşamıyor muyuz?   O küçük ihtimaller ki küçük dikenleri olan koca çalılıklar gibi çepeçevre sarmamış mıdır bizi? Görmezden gelinen her ihtimal, küçük dikenler gibi canımızı acıtmıyor mu? Ben böyle biriyim. Bu huyum nedeniyle bugün buradayım. Hep kaçtığım kalabalıkların tam ortasına düştüm.   Yamuk duran bir kravat, düzgün kapanmamış etek fermuarı, dosyadan başlarını çıkarmış kâğıt tomarları arasında aklımın cehenneminde debelenirken, avukat

Pişmanlık

  Yıllar önce genç bir mühendis olarak, kiralık ilanı asılı yan evi sormak için çaldığım kapının önündeydim. O günlerden kalan yeşil renk ancak pencere kenarlarında güneşin ulaşamadığı yerlere sığınmıştı. Griye dönmüş evin, solan boyasını uzun çatlaklar parçalara ayırmış, yer yer dökülen sıvaları derin yaralar bırakmıştı. Sararmış camları, boyası dökülmüş çerçeveler tutuyordu. Çöken çatıya uyan yağmur oluğu dalgalı bir hal almıştı. Bahçe kapısından iç kapıya kadar uzanan beton yol, derin çatlaklarla, sanki hiçbir zaman bir arada olmamışlar gibi birbirine yabancı parçalara ayrılmış, yabani otlar yarıkları doldurmuştu. Kader ortağı gibiydik. Bir zamanlar içimi dolduran, beni yaşatan aşkım kurşun bir bilyeye dönüşerek içime çökmüştü. O da çatısı altında yaşattığı hayatları bir bir kaybettiği için çökmekteydi. Paslı demir kapı,   yıllar öncesinden hatırladığı eski bir dostuna selam verir gibi derinden inledi.   Evin ön bahçesindeki çardak hâlâ oradaydı. Boyaları dökülmüş, sarmaşıkları

Kral Kazuratkusan

  Gecenin sessiz karanlığı şehrin üzerini kaplamıştı. Geçici de olsa huzura en yakın olduğu zamanlar bu zamanlardı. Şehrin huzurlu uykusu sarayın açılan devasa kapısından hızla çıkan altı besili siyah atın çektiği arabanın çıkardığı gürültüyle bozuldu.   Araba sokaklardan yıldırım gibi ilerlerken tekerleğin taş yolda çıkardığı seslere ilave olan nal sesleri, sokak sokak tüm şehirde geceyi ayağa kaldırıyordu. Araba iki katlı taş konağın önünde durduğunda getirdiği gürültü sokak boyunca devam etti.   Sürücü dizginlere tüm bedeniyle asılsa da terli atların homurtularını, tepinmelerini ve yenilen kırbacın hıncıyla kabaran hırçınlıklarını zapt edemiyordu. Arabanın acılan kapısından inen asker sokağı kolladıktan sonra konağı baştan aşağı süzdü. İri adımlarla kapıya doğru yürüyerek koca yumruğuyla kapıyı dövmeye başladı. Kapıya inen yumruk darbeleriyle tüm sokak inliyordu. Konağın açılan penceresinden yaşlı bir adam aşağı sarktı. “Kimsin, ne istiyorsun?” Asker kapıyı yumruklamayı bırakara

Bozkır Çiçekleri

Bozkır çiçekleri hızla açar. Bilirler ki, son yağmurdan sonra fazla zamanları olmayacak. Bizimkisi de böyle bir şeydi. Aşkımız bir bozkır çiçeği gibi hızla açıverdi. Ameliyathaneye hızla yol alan sedyemin üzerinde tavandaki ışıkları kayıtsızlık içerisinde bir bir sayarak geride bırakırken, koridorun ilaç kokan havası yüzümü yalamaktaydı. Ani hareketlerle bir sağa bir sola sallanarak süren yolculuğum, sedyenin iki kanatlı büyük kapıya hızla çarpmasıyla sona erdi. Kapı çarpmanın etkisiyle sonuna kadar açıldı. Burası tamamen boş ve penceresiz bir odaydı. Sedyeyi bir kenarına yerleştirdikten sonra üzerime eğilen genç adam “Ameliyat sıranızı burada bekleyeceğiz. “ derken, beni yüreklendirmek ister gibi, hasta önlüğünün üzerinden elini omzuma koydu. Beklemek sorun olmasa diye düşündüm. İnsanın ömrü hep bir şeyleri beklemekle geçmiyor mu? Hep bir şeyleri beklemekten yaşamaya zaman bulamadığımız olmuyor muydu? Ancak bu bekleyiş başkaydı. Beynimde tik tak tik tak işleyen bir saat varken bekleme

Modern Zaman Peygamberi

İnsan, kaybı da kazancı da eşit paylaşmak istemez. Kaybı ötekileştirip dışsallaştırarak ondan kurtulmak, bu olmazsa, yayarak payına düşeni azaltmak ister. Kazancı ise tam aksine sahiplenerek içselleştirmek, kendinde toplayarak payını artırmak ister. Kaybın ötekileştirip dışsallaştırılmasına en geniş halkadan (tüm insanlardan) başlanır, en büyükten başlayarak istemeye istemeye daha küçük halkalara doğru gelinir. Kayıp, ancak kendinden önceki halkalarda durdurulamaz ise-hiç arzu etmemesine karşın- gelip bizzat kendine ulaşır.   Ölüm gibi, kişiye kadar uzanabilen kayıplara “mutlak kayıp” diyebiliriz. İnsan, görünür vadede kendine ulaşamayacak kayıpları mutlak kayıp saymadığından ders almaz, pay çıkarmaz, kendini değişmeye zorlamaz. Az evvel defnedilen bir insanın mutlak kaybına karşı, taziye evlerinde en dünyevi sıradan meselelerin büyük bir aymazlıkla dillendiriliyor olması bundandır. Ölen başkası olduktan sonra insan ölümden de korkmaz. Melanetlerin öteki kıtalarda, öteki milletlerde,

Takma Kol

İnsansı bir saplantıdır ki muhtemeller, olasılıklar evreninden kurtulup gerçek evrene bir bir indirgendiklerinde, inanmaya meyilli zihinlerce mucize olarak yorumlanır ve tanrının varlığına bir delil olarak ileri sürülür. Ancak bunlar, olasılıklar evreninde potansiyel varlıklarını sürdürseler, inkâra meyilli zihinlerde tanrının yokluğuna yorumlanırlar. Fakat olasılıklar evreninin ne tanrının varlığını ne de yokluğunu vuzuha kavuşturma çabası söz konusudur. Bu, insan beyninin evrenin olağanüstü karmaşıklığı karşısındaki kör basitliği ve sınırlı boyutlara mahkûm oluşundandır. İnsan basiti karmaşıklığa, bütünü detaya tercih etme eğilimindedir... [1]  M- şehri, kuzeyi baştan başa yüksek dağlarla kuşatılmış ovaya karşı, sıradağın eteklerindeki dar düzlüğe tutunmuştu. Orman, sırtını yasladığı dağın heybetinden aldığı vahşi güç ile çatık kaşlarını yamacındaki şehre dikmiş, onu bir adım daha atamayacak halde tutunabildiği dar düzlüğe hapsetmişti. Çamın pek çok türünü sinesinde barındır

Benim Canım Neden Risotto Çekmiyor?

Canım neden risotto çekmiyor? Araştırıp öğrendim ki risotto İtalyan yemeği imiş.   Et suyu ve sebze ile pişirilen bir pirinç yemeği… Tadını bilmem, kokusunu bilmem; hiç yemedim. Lakin sorum hala cevap bulamadı. Neden benim canım risotto çekmiyor? Tereyağlı pirinç pilavını özlerim, severim, canım çeker, zaman zaman gözümde tüter de risotto aklıma bile gelmez. “Muhterem hayatta tatmadığın bir yemeği neden özleyesin ki?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Ama pirinç pilavını özlüyorum; neden? Beynim pirinç pilavını risottoya göre daha besleyici bulduğundan mı? Metebolizmam risottoya ihtiyaç duymuyor da pirinç pilavına yaşamsal bir ihtiyaç mı duyuyor? Bir İtalyan olsaydım bunun tam tersi bir durum mu söz konusu olacaktı? O zaman metabolizmam risottoya yaşamsal bir ihtiyaç mı duyacaktı? Aslında cevabı belli sorular bunlar. Bedenimizin beslenmesi bakımından risotto veya kuru fasulyeli pirinç pilavı arasında yaşamsal bir fark yok. O zaman canım neden pirinç pilavı çeker de risotto çekmez? Çünk

Ceset Çiçeği

Beni neyin uyandırdığını anlayamadım. Saat kaçtı bilmiyorum. Odanın karanlığı bedenimi benim için bile görünmez kıldığından, bilincim karanlık boşlukta asılı duruyordu; zamansız, zeminsiz ve bedensiz... Daha öncesi olmayan yabancısı olduğum bir ruh haliydi üzerimdeki. Belli belirsiz bir ürperti, korkuyla karışık derin bir düşünce, en korkulanla yüzleşme halinin çaresiz dinginliğiydi hissettiğim. Bilincim tekilliğini yitirmiş ve bölünmüştü. Kendi düşüncelerimi dinliyordum. Geçen her dakika, zaman ve mekân kavramlarının zayıflamakta olduğunu hissediyordum. Odamda olduğum ve kendi yatağımda yattığım bilgisi, bir evvelki günün anıları, bir sonraki günün planları, yani o geceyi geçmişi ve geleceği olan bir zaman parçası olarak idrakime çivileyen düşüncelerim, sönükleşiyordu. Sönükleşen bu düşüncelerin yerlerini keskin bir korku alıyordu.   O an “Ölmek böyle bir şey mi acaba?” diye mırıldandım. Cevap beklemediğim bu soruma aldığım “Evet” cevabı beni şaşırttı. Zihnimde bu cevabın izlerini a

İnsanın Arka Kapısı

Bildiğimizi ne kadar ve nasıl biliyoruz? Örnek olarak nükleer reaktörler hakkında sahip olduğumuz fikrin kaynağını hiç sorguladınız mı? Nükleer santrallerin ne kadar güvenli olduğunu veya güvenli olmadığını nasıl biliyoruz? Eğer nükleer fizik doktoranız yoksa, nükleer santral inşaat teknolojilerini bilecek mühendislik formasyonunuz yoksa ve nükleer santralde uzun süre çalışmışlığınız yoksa, nükleer santrallerin ne kadar güvenli olduğuna dair fikriniz, bilimsel verileri derleyip, kendi bakış açısını, arzu ve eğilimi de içine katarak paketleyip önümüze koyan birilerine bağımlı olacaktır.   “Bilginin Paketlenmesi” olarak nitelediğim şey, uzmanlaşmanın zorunlu olduğu karmaşık, detaylı ve derin bilimsel/ampirik verilerin birileri tarafından yorumlanarak özet etiketler/ sonuçlar ile temsil edilir hale getirilmesidir. Fikir sahibi olmak veya karar vermek için başvurduğunuz bilgi paketlerinin etiketlerine itibar etmeyip, bilgi paketini açıp -karmaşık, detaylı ve derin bilimsel/ampirik veri