Garip Bir Yapışma Vakası

“Garip bir yapışma vakası…” diyerek günlüğüne not düşmüştü doktor. Açıklanamayan şeylerin açıklanamazlığını açıklamak için hep kullanılan garip nitelemesi belki de hiçbir muammaya bu kadar uymamıştı. Kasabanın üzerine çökmekte olan bu lanetten önce garip sözcüğünün tüm garipliğine rağmen yine de bilinir, aşina bir tarafı, bir sınırı vardı bana göre. Fakat o olaydan sonra garipliğin sınırının havsalamızın çok ötelerine vardığı, garip bir şekilde akıllara kazınacaktı. İnsanların kendilerinin yarattığı karmaşanın basit sonuçlarını tanımlamakta kullandıkları bu niteleme, artık yeni bir anlam kazanmıştı. Bu vakanın hikayesini anlatmak bana düştü. Çünkü ruhumun derinliklerinde yaşanan olaydan kendimi sorumlu tutan bir taraf hep var oldu. Bu duygunun veya saplantının nedenini açıklayamam ama garip şekilde içimde varlığını sürdürdüğünü itiraf etmeliyim. Belki de ilk defa bende ortaya çıkmasıydı bu vakanın gizli suçluluğunu ruhuma yapıştıran. Fakat ben böyle bir cezaya çarptırılabilecek son insandım kasabada. İşimi severek yapardım. İnsanlara çantamla merhabalar, selamlar taşırdım.  Tabii bazen hoşça kal ve elvedalar da taşıdığım olurdu. Fakat kim bunların hayatın bir cilvesi olduğuna itiraz eder ki? O gün her gün gibiydi. Çantam adreslerine kavuşmayı bekleyen mesajlarla doluydu. Mesajları bir bir onları bekleyenlere ulaştırıyor, her seferinde biraz daha hafifleyen çantam gururla kabaran omzumda daha bir güzel duruyordu. Tek garip olan tüm bu işleri sadece sol elimle yapmak zorunda olduğumdu. Önce fark edememiştim. Belki kolayıma böyle gidiyor diye düşündüm. Sağ elimi sıkışa yapıştığı çantamdan ayıramadığımı ilk fark ettiğimde bir nevi felç olabileceğini düşündüm. Felç bıraktıran bir hastalıktı. Benimki tutma idi. Hissedebildiğim bir ağrı yoktu elimde,   hissiyatı da yerindeydi, morarma veya renk değişimi de yoktu. Gayet sağlıklı görünmesine rağmen bir türlü yapıştığı çantamın sapından ayıramıyordum onu. Karım hep eli sıkı bir adam olduğumu söylerdi de gülüp geçerdim. Beni bu halde gördüğünde kasabayı ayağa kaldıracak bir kahkaha salıvermesini nasıl önleyebilirdim? Kasaba hekimi belki çarem olurdu. Ancak odağında çantamın sapına yapışmış sağ elimin yer aldığı ve dilden dile dolaşacak abartılı hikâyelerin kaynağını kendi elimle kazıp gün ışığına çıkarmış olmaz mıydım? Sabah ola hayrola diyerek tutum evimin yolunu.
                Karım tava tutmadığı eliyle kapıyı açtığında yine telaşla akşam yemeğini yetiştirmeye çalıştığını anladım. Yüzünde şaşkın bir tebessüm vardı. Bense gözlerine bir iki kaçamak bakıştan sonra aralanan kapıdan içeri sessizce süzüldüm. Oyalanmak ve soracağı sorulara cevap aramak istemiyordum. Hızla lavaboya yöneldim. Belki zaman kazanmaktı yaptığım. Salona döndüğümde karımı yemek masasında beni beklerken buldum. Masaya tam oturacaktım ki, “Çantanı bırakmadan mı sofraya oturacaksın?” diye sordu. Yakalatmak istemediğim bakışlarımı üzerinde hızla gezdirdikten sonra masaya yönelttim. Her şeye rağmen acıkmıştım. Gözüm, sapı hala karımın elinde duran tavadaki kızartmalara ilişti. Bir gün de sorumluluklarını bilerek işin ucundan tuttuğunu görsem bu kasabanın en bahtiyar kocası olacağımı söylediğim, bu sabahki kavgamıza gönderme yapar gibi sıkıca tuttuğu tavadaki mevsimin ilk sebzelerinin cezbedici görüntüsü ile yutkundum. Uzun zamandan beri özlediğim bir sofra manzarasıydı karşımda duran. Sofra davetkârdı davetkâr olmasına da yerken pek kullanmadığım sol elim, açlığımın hızla giderilmesinde yavaş kalacaktı. Tabağımı karıma uzattım. Bakışları tavayla gözlerim arasında gidip geliyordu. Tabağımı hızla doldurdu. Sol elim hızımı kesiyordu. Tabağımda kaçıp kurtulan bir parçaya hışımla sapladığım çatalı ağzıma götürürken birden ağzım açık kalakaldım. Karım gözlerini artık kaçırmıyordu. Bir gözlerime bir çantama sıkıca yapışmış elime baktı. Sonra bakışları mahcup, sıkıca tuttuğu tavaya kaydı. O an içimde derinlerde dehşet canavarı uykudan uyanır gibi homurdandı. Düşen çatalımdan yine kurtulan lokmam masanın üzerinde sevinçle zıpladı. Kendimi hemen toparladım. Özgür kalan lokmamın masadaki izini sürerek buldum ve değişmeyecek akıbeti tecelli ediverdi. “Çok lezzetli olmuş” derken bakışlarımı yaslayacağım bir yer aradım durdum. Karım, elinde kalan leziz yemeğin davetine daha fazla direnememiş olmalı, o da yemeğini yemeye başladı. Soframız birkaç lütfen ile başlayan ve teşekkürle biten cümle ile her zamanki sınırlarında oyalanırken karım sofranın sıradanlığını aşarak o gün işimin nasıl gittiğini soruverdi. İşimden memnun olduğum için başımın sallanmasına eşlik eden olumlu cümleler döküldü ağzımdan. Sabah savdığımız kavganın tekrar hortlamasından her ikimizde korkuyorduk, bakışlarımızla anlaşmayı seçtik.
Yemekten sonra oturma odamızda kurulduğum koltukta ayık kalmak, aynı zamanda zihnimin sonu gelmez sorularına muhatap olmaktı. Ardı ardına soluksuz sıraladığı saçma sorulara verecek cevabım olmadığından, uyutarak ondan kurtulmak en akıllıca şeydi. Ne garip! İnsan aklının sorularından kurtulmak için bile ona muhtaç oluyor. Çantam pijamamı giymeme engel oluyordu.  O da elinden bırakmadığı tavayla geceliğini giymekte zorlandı. Sessizce yatağa girdik. Uzun yıllardan sonra ikimizde yarı çıplak yatağa girmiştik. Birkaç defa boynuna dolanan kayış nedeniyle boğulma tehlikesi atlatsa ve kızartma tavası gecenin karanlığında birkaç defa kafamda patlasa da oldukça sıcak bir gece geçirdik. Ertesi gün kendimi yenilenmiş ve hayata daha bir sıkı tutunmuş hissediyordum.  Postacı çantası ve kızartma tavasının ilk bakışta her akıllı adama saçma gelebilecek beraberliği garip bir uyum yaratmış olmalıydı. Karım uzun zamandan beri hiç olmadığı kadar neşeli uyanmıştı. Hele o elinde kızartma tavasıyla nazlı nazlı gerinmesi uzun zaman önce kaybettiklerimi diriltiyordu içimde. Veda busesini, çantamın boynuna doladığım sapını şehvetle kendime çekerek dudaklarından alıverdim. Alıverdim dediysem bir anlığına değil. Ancak tavanın başımda tıngırdamasıyla zorla koparak… Ardı ardına yolladığım öpücüklerle küçük bahçemizin kapısından yoğun bir mesai gününe adımımı attım.
Kasaba hâkiminin kemerli kapısında kapının açılmasını beklerken hanımefendiden gelen mektubu elimde evirip çevirerek oyalandım. Erkekler yalnız kaldıklarında nasıl da çocuklaşıyorlar. Hele de uzun süren evlilikler erkekleri nasıl da beceriksizleştiriyor. Yıllarca karılarının bakımına alışınca kısa da olsa ayrılıklar erkeklerin doğasında pinekleyen beceriksizliği ortaya çıkarıveriyor. Uyuya kalmış hâkimin telaşla uyanmasını, terliklerini bir türlü bulamayışını, sabahlığını giyip giymemekte gösterdiği tereddüdü ve telaşla kapıya koşuşunu sanki görüyordum. Bu çaresizliğini yüzüne vurmamak için zili ikinci defa çalmamaya karar verdim. Tüm dünyaya yetecek kadar sabrım vardı bu gün. Açılan kapının arkasından geriye doğru sarkan hâkimin başını gördüm. Zorlukla belini geriye bükerek beni görmeye çalışıyordu. “Sevgili eşinizden bir mektup var efendim”, derken sevinçli bir karşılık bekliyordum. Ancak alabildiğim sadece “ayağıma basıyorsun lanet olası” haykırışı idi. Sözünü henüz bitirmişti ki hâkim, sırt üstü holün yeşil parkesinin üzerine düştü. Onu takdire şayan bir sadakatle genç hanım avukat takip etti. Kapı, arkasında saklanacak sır kalmadığından olsa gerek sonuna kadar açılarak beni içeri buyur etti. Hâkim sırt üstü yerde, ince beli birbirine kenetlediği kollarının arasındaki genç hanım üzerinde, debelenip duruyorlardı. Ayağa kalktıklarında kullanılabilecek durumdaki ellerin sahibi kadın, önce üzerindekileri çekiştirerek kadınlık güdüsüyle narin bedenini örtmeye, saçlarını düzeltmeye çalıştıktan sonra öfkeyle elimdeki mektubu çekiştirerek kapıyı kapatıverdi. Yüzümdeki tebessümle bir süre burnumun dibinde duran kapıyla bakıştık. Güzel bir sabahtı. Islık çala çala kasaba bankerinin bürosunun yolunu tuttum.  Bankerin bürosunun kalabalıktı. Sahibiyle birlikte büroya girmeye çalışan bir süt ineği kapıya sıkışmıştı. Hayvan ne içeri girebiliyor ne de geri çıkabiliyordu. Elinde sıkıca tuttuğu yularını hırsla çekiştiren sahibinin tüm çabalarına rağmen zavallı inek yerinden kıpırdayamıyordu. Banker elinde sıkıca tuttuğu bir tomar parayı öfkeyle havada sallayarak “Ne demeye ineği büroma getirdin be adam!” diyerek haykırıyor; öfkeyle büronun içinde bir ileri bir geri gidip geliyordu. Banker o kadar öfkelenmişti ki gözlerden uzak tutmaya çalıştığı para kasasının açık kalmış kapağını bile fark edemiyordu. İtfaiye ürperten siren sesiyle binanın önüne geldiğinde üç itfaiye erlerinden sadece ikisi araçtan inebildiler. Birinin elinde itfaiyeci baltası ötekinde yangın hortumu ineğin yanına vardıklarında, elinde balta olan ötekinin tuttuğu yangın hortumuna, öteki de berikinin elinde tuttuğu itfaiyeci baltasına bakıyordu. Duruma bunlarla müdahale edemeyeceklerini anladıklarında üçüncü arkadaşlarına “Esnetme manivelasını getir.” diyerek haykırdılar. Ancak arkadaşlarının sürücü koltuğundan inmeye niyetinin olmadığını anlamaları uzun sürmedi. Direksiyona sıkıca yapışmıştı, bırakamıyordu. Olayı izlemek için toplanan halkın merakı yeni bir hamleyi zorluyordu. Bu hamle ihtiyacı, açılan yangın hortumundan çıkarak ineğin gerisinde patlayan tazyikli su tarafından giderildi. Hayvan böğürtüyle sıçrayarak bir hamlede bankerin bürosuna kendini attı. Kurtarmanın birinci aşaması başarılmıştı. Herkes derin bir “Oh “ çekti. Toplananlardan “Yaşa!“ nidaları yükseldi. Kasabanın kerestecisi elindeki rendeyi havada sevinçle sallıyordu. Bekçi bırakamadığı düdüğüyle ritim tutmuştu. Havada bir alet edevat, zerzevat denizi oluşmuş dalgalanıp duruyordu. Hatta bu sevinç gösterisiyle coşan kırmızı bir kadın iç çamaşırı neden sonra sahibinin fark etmesiyle yavaşça bu alet edevat ve zerzevat denizine batarak kayboldu. Muhtemelen çıktığı yere, cebe geri dönmüştü. Posta idaresinin yolunu tuttum. Aralarında paylaşamadıkları oyuncağı çekiştirip duran iki yaramazı tebessümle izlerken bu çocukların da paylarına düşeni aldıklarını düşündüm. Ben bunu düşünürken sıkıca tuttuğu kutsal kitabı kalbinin üzerine bastırıp “Tanrının selamı üzerinize olsun kardeşim.” diyerek yanımdan geçen kasaba ruhbanının ancak arkasından seslenebildim. “Tanrının selamı sizin de üzerinize olsun efendim.”
O sabah kasabamızın tarihi tren garının hemen yanında bulunan posta ofisine gittiğimde her sabah olduğundan daha fazla ileti çuvalları, paketler ve kâğıt tomarlarıyla karşılaştım. “Anlaşılan tasnif için benim gelmemi beklemişler” diye aklımdan geçirirken şef elinde tuttuğu oltasıyla odasından çıktı. Sonra gözüyle yardımcı memureye baktı. Genç kadın elinden tuttuğu küçük kızını yanındaki sandalyeye oturmaya ikna etmekle meşguldü. Bir an üçümüz de ofisin içindeki tasnif bekleyen yığına baktık. Sanki her dakika büyümekteydi. O an içine düştüğümüz durumun hayatımızda neleri değiştirebileceğini anlamaya başladım. Günün ilerleyen saatlerinde kasaba halkı ortak bir aydınlanmayla, başlarına gelenin ve bunun yaşatabileceklerini idrak etmiş olmalılar ki, kasaba meydanında yavaş yavaş toplanmaya başlamışlardı. Eli boş olan yoktu. Bir şeylerin omuzlarında ağırlık ettiği anlaşılabiliyordu. Kasaba halkı ruhbanın etrafında dalga dalda toplanmaya devam ederken gözler ruhbanın gözlerine kilitlenmiş yaşadıkları garipliği anlaşılır, belki katlanılır kılacak bir şeyler duymayı bekliyorlardı. Ruhban bu manevi baskı altında bunaldıkça yerinde duramaz oluyor, kuracağı cümleler için aldığı soluğu tek bir kelam etmeden geri salıyordu. Kutsal kitabı havaya kaldırarak    “Dostlarım içinde bulunduğumuz garip durumun hepimiz farkındayız. Şuan, bu gariplikle sorulara boğulan kalbinizi rahatlatacak ayetler duymak istiyorsunuz. İşte bu kitap dünyada karşımıza çıkacak her durumun izahını yapabilecek yegâne kaynaktır. Bu, her şeyi bilen tanrının kelamıdır. “ sesi biraz kısılır gibi oldu. “Hayatım boyunca tüm şüphe ve tereddütlerime çare olan bu kitabın sayfaları, güçsüzlüğümde ise bana en güvenli sığınak oldu. Şimdi de bunu beklediğinizi biliyorum. Fakat… Fakat… Kutsal kitabı öyle bir tutuyorum ki sayfaları aralayarak sizlere Tanrının sözlerini aktaramıyorum. “ Kutsal kitabı tuttuğu elini kaldırdı. Sıkıca tutulan kitabın sayfalarını açmak mümkün değildi. Kutsal kitabın, en azından bu haliyle, kasabalıların sorularına yanıt bulması mümkün görünmüyordu. İnek böğürtüsü, çocuk çığlığı, tava tıngırtısı ve bilumum garip ses eşliğinde insan, hayvan ve eşya karışımı bir sel gibi hep birlikte kasaba doktorunun muayenehanesine yöneldiler. Giderken soğuk mizaçlı doktorun neye yapıştığını görme isteği uyandı içimde. Karısının cenazesindeki yüz ifadesinin aynıyla bankerin genç ve güzel kızıyla nikâhlanırken “evet” diyebilen bir adamın, bu yaşadığımız duruma ne kadar şaşıracağını merak ediyordum. Bu da mı onu şaşırtmazdı?
Kasaba doktorunun muayenehanesine gelindiğinde, kendilerinden önce gelen kasaba hâkimi ve genç avukatı sarmaş dolaş binanın önünde buldular. “Uuuuu!” haykırışlarıyla beraber kalabalıktan bir sesin “Hâkim bey karınız hanımefendi pek gençleşmiş” demesiyle bir kahkaha tufanı kopuverdi. Kahkahalar bir ara zayıflar gibi olunca bu sefer başka taraftan “Demek kozmetik bu kadar etkili.” dedi biri. Beri yandan başka biri de “Karın seni boşamaya kalkarsa davaya kim bakacak?” deyiverdi. Yaşadıkları kaderin ortaklığıyla biraz rahatladıklarını gösteren bu alaycı ve iğneleyici sataşmalar, doktorun balkona çıkmasıyla aniden kesildi. Her sözü kanun sayılan hâkimin yıllardır biriktirdiği itibar kısa bir “Uuuu!” ile heba olmuş, o ihtişamlı hüküm sahibini, süpürgesine sıkıca sarılan belediye işçisi ile bir duruma getirmişti. Hâkimin buna pek itiraz edecek durumu da yoktu zaten. O, o an sıradanlaşmaya, fark edilmez hale gelmeye ve kasabalıların gündeminden düşmeye can atardı. Bütün bakışlar doktorda toplandı. Doktor her zamanki donuk yüz ifadesi ile kalabalığı inceledi. Şaşkınlıktan eser olmayan bakışları hâkimi fark ettiğinde bile değişmedi. Kalabalık sustu, sustukça bakışları derinleşti,  derinleştikçe mahzunlaştı, gizli bir yakarışa dönüştü. Doktor “Bir balo düzenleyeceğiz.” dedi. “Kasabadaki herkesin istisnasız çağrılacağı bir balo düzenleyeceğiz.” diye tekrar etti. Sessizlik sanki biraz daha derinleşti, kafalardaki karışıklık, birbirlerine yönelen bakışlarla ötekine aktarıldı. Balo düzenlemek bir doktorun reçetesinde görülebilecek son şey olsa gerekti. Bu şaşkınlık torna ustasının elinde tutuğu kırmızı kadın iç çamaşırı ile alnında biriken teri pervasızca silmeye kalkmasıyla sona erdi. Atılan kahkahalar, önerilen çarenin tam da içerisinde bulundukları duruma uygun olduğuna ikna olduklarını gösterdi.
Gayretli bir telaş başladı kasabada. Gayretli dediysem, olabildiğince gayretli bir telaştı başlayan. Sağ eli yapışanın yardımına sol eli yapışan koşarak, her iki eli yapışan yapıştığı şeyle yardıma koşarak, birbirine yapışan birlikte koşturarak balonun hazırlanmasına başlandı. Hatta bir ara hâkimin genç sevgilisinin genç itfaiye eri ile masaları dizerken hâkimin de ağzında taşıdığı örtülerle ekibe yardım ettiğini bile gördüm. Bu garip vaka, tüm garipliğiyle kasabanın ve kasabalının üzerine öyle bir çullanmıştı ki daha önce garipsenen ne varsa kovmuş ve onlara yer bırakmamıştı. Fazla sürmedi, o günün gün batımına hazırlıklar tamamlanmıştı. Her davetlinin balodan payına düşeni almasında gösterilen hassasiyetle balo açık havada, kasaba panayır alanında yapılacaktı. Çünkü itfaiye araçlarını, sağımlık süt ineklerini ve onca alet-edevat ve zerzevata yapışmış kasabalıları balo salonuna taşımaya kalkışmak garip bir girişim olurdu. Bulunan çözüm en çok bankerin ofis duvarı yıkılarak kurtarılan ineği sevindirmiş olmalı. Çünkü balo boyunca panayır yerinin çimenlerinin tadına bakabilecekti. Balo hafif müzik eşliğinde davetliler ve yanlarında getirdikleriyle kendilerine ayrılan masalara yerleşmeleriyle başladı. Masa düzeni sıradanlıktan çok ötedeydi. Davetliler ve yanlarında getirdikleri için rahat edecekleri küçük düzenlemeler de hemen yapılmaktaydı. Hâkim ve genç sevgilisinin oturtulması biraz uğraştırsa da sonunda en uygun çözüm bulundu. Hâkimin kucağına yerleşen avukat hanım utangaçlığını fazla sürdüremedi. Tamirci ustasının masaya eliyle birlikte koyduğu yağlı piston, yanındaki ruhbanın karısı tarafından temizlendikten sonra birkaç afacanın oyun aracına dönüşmüştü. Ruhbanın karısı tabii ki bu temizliği sağ eliyle yapabildi. Sol elinde genç kızların popüleri olan bir moda dergisi vardı. Kasabın kulağından yapıştığı bir domuz başını masaya sertçe indirmesi heyecanlı bir irkilmeye neden oldu. Bu küçük şaşkınlık el ele yapışmış bankerin oğlu ile ruhbanın oğlunun beyaz bir masa örtüsü getirerek kesik domuz kafasını örtmeleriyle giderildi. Eğlenmenin önünde hiçbir engel kalmamıştı. Konuşmalar yavaş yavaş sahiplerinin kimliklerinden kurtulup çırılçıplak ince bir uğultuya dönüşmeye başladı. Kimin kime ne söylediğini bilemiyorum. Ama bankerin oğlunun arkadaşı ile dansının, başta annesi olmak üzere herkesi duygulandırdığını gözlerimle gördüm. İnsanlar azını yaşamaya kendilerini alıştırdıklarında ne ile karşılaşsalar çok gelir onlara. Bu garip vaka, kendilerini azını yaşamaya alıştırmış kasabalının kafasını öyle bir karıştırmış idi ki baloya otlayarak iştirak eden ineğin konuşmasını bile çok bulacak durumda değillerdi. Balo gâh ritmi hızlanarak, gâh yavaşlayıp kümelenen kasabalıların çene çalıp dinlenmeleriyle sürüp gitti. Kimin kimle dans ettiğini tek tek söyleyemem ama dansta bir araya gelmemiş nesne kalmadı. Gün ağarmaya başlamıştı ki hâkimin kasabamızın tek otelinin sahibesiyle herkesi hayran bırakan dansı başladı. Dans bitene kadar hiçbirimiz farkına varamamıştık. Dansın sonunda kopan alkış tufanı hepimizi kendimize getirmişti.  Malum, alkış iki eli de aynı anda kullanarak yapılan bir beğeni ifadesidir. Kasabalılar alkışlayabildiklerini anladıklarında, kısa bir duraksamadan sonra, ellerini patlatırcasına alkışlamaya devam ettiler. Sönen közün harlanması gibi yorgun bedenler gün ağarırken meydana doluşarak takatsiz kalana kadar dans ettiler. Yorgunluktan bulundukları yere çöktüklerinde tornacı gür sesiyle “Doktor! Ellerimiz, bak!” diyerek doktora seslendi. Doktor bir açıklama yapması gerektiğini kabul eder gibi başını salladı ve önündeki masaya çıktı. Konuşmaya başladı.
"Dostlarım, önerimin çare olduğunu görüyorum. Bunda şaşılacak bir şey yok. Önerim işe yaradı çünkü uzun zamandan beri ilk defa, içine düştüğünüz garipliğin ortak paydasında, kendinizi ötekiyle eşit görerek bir araya geldiniz. Konuştunuz, dans ettiniz ve ötekini anlamaya çabaladınız. Herkes bir diğerini yakından tanıma fırsatına kavuştu ve bu da değerlerinizi çeşitlendirdi. Büyük sorunlar küçük sorunları, daha gariplikler gariplikleri kovar.
Yaşadığınız sorun, bilincin varoluşsal eksikliğine rağmen bilinç ötesinin önüne geçerek onu sınırlamaya kalkışmasına verilen bilinç dışı bir tepkiydi. Bilincimizin sınırlılığı karşısında bilinç ötemiz, adeta sınırsız denebilecek kadar geniş bir alanda faaldir. Bir nesne, bir kişi, bir yer, bir rutin, bir olay veya bir öğreti bilinçle ve kaçınılmaz olarak sınırlı bilgiyle, bilinç ötesine ısrarla dayatılması halinde, bilinç ötesi, o nesneye o kişiye, o yere, o rutine, o olaya ve o öğretiye bilincinizin kontrolü dışında bir bağlılık, alışkanlık, bağnazlık geliştirir. Ve sizin de yaşadığınız gibi sembollere, eşyalara, rutinlere, kişilere, fikirlere yani bir şeylere yapışıverirsiniz. İşte bilincin esareti böylece başlar. Bilinç ötesine her dayatma bilincin esaretini güçlendirir. Söylediklerimin canlı örneklerini uzakta aramayın, kendinize bir bakın. Kendinize dayattığınız her neyse onların kölesi oldunuz. Tek doğru, tek iyi, tek güzel ve tek hakikat iddiası bilincin esaretinin en bariz göstergesidir. Kopmayacak kadar uzak, yapışmayacak kadar yakın olmak bilinci özgür tutabilmenin basit formülüdür. Yaşadıklarınızdan ders çıkarın ve çocuklarınıza bu öyküyü anlatın. Onlar da kendi çocuklarına anlatsın yapışan halkın acıklı ve komik öyküsünü.  Bu hastalığın adı aynalı oda histerisidir. Aynalı odaya giren tüm dünyayı kendinden ibaret sanır.
Bir kahkaha dalgası kopup, ağaran göğe yükseldi. Kasabalılar bir ellerine, bir birbirlerine bakıyorlardı. Ben, bu vakanın anlatıcısı, hemen bir sandalyeye sıçrayarak “Bir önerim var.” diye bağırdım. “Bir önerim var. Bu günü kasabamızın şenlik günü olarak ilan edelim. Ve her yıl aynı günde tüm kasabalıların katılımıyla kutlayalım.” Gözler belediye başkanına yöneldi. Başkan başıyla tasdik etti. Kalabalıktan biri “ Şenliğin adı ne olsun?” diye sordu. Derin bir sessizlik… Beyinler çalıştı ve kasabalılardan biri “Yüksüz Eşek Şenliği” diye bağırdı. Kasabalılar alkışlarla, bağrışmalarla tasdik etti.
Fahreddin FIRAT 11.07.2017

Yorumlar