Sen Kimsin?
Asırlık sokağın taş kaldırımında,
aksayan ayaklarının çıkardığı ahenksiz seslere, sadece çöp bidonlarında süren
ziyafet telaşının sokaktaki yankıları eşlik ediyordu. Güneşin batmasıyla hızla
tenhalaşmaya başlayan şehrin bu yanında, bu saatte, çöp bidonu kapağının keskin
tıngırtısı, ötekileri kovmak için havlamalar, öfkeli hırıltılar, kedi çığlıkları
ve tıslamalarından başka ses duyulmazdı. Kaldırımda telaşla dağıtılan çöp poşetinden
kurtulan bir teneke kutunun koşan bir haykırış gibi sokağın üst başından başlayan
tıngırtısı, gecenin ürkek sakinlerini susturarak süren ziyafete ara verdirdi.
Başlar kaldırıldı, kulaklar dikildi, hava koklandı ve rutinin egemenliğinin
sürdüğüne karar verildi. Tıngırtı daha sokağın alt başında içli bir hıçkırığa
dönüşüp kaybolmadan, ziyafete geri dönülmüştü. Şehrin görkemli, kalabalık ve hiç
uyumayan yeni semtleri ile bu eski, dingin ve tenha sokağın kaderleri her şeyi
sıradanlaştıran bilincimizin münzevi mabedinde aynı elle yazılmıştı. İster
ürkek sakinlerine terk edilen tenha bir sokak, ister hiç uyumayan görkemli
caddeler, bir müddet sonra, rutine müptela bilincimizce aynılaştırılmakta değiller
mi?
Her bir sokak lambası adamın taş
kaldırımda yarattığı gölgelerini, önüne getirerek, ona sanki hangi gölgesinin
asıl gölgesi olduğunu alaycı alaycı soruyorlardı. Sağ bacağı, ona güvenilerek atılan her adımda
onu yarı yolda bırakıyor, zayıf vücudunu taşıyamayacağını hatırlatıyor ve sol
bacağı imdadına yetişiyordu. Adam eliyle tutuğu bacağını adeta kendinde kalmaya
ikna etmeye, hatta onu zorlamaya çabalıyor gibiydi. Her an kopup geride
kalacakmış gibi zorla sürüklenen sağ bacağındaki iyileşmeyen yara, geçen hafta
gün boyu süren yağmurda, kuru bir kuytu için bir sokak köpeğiyle girdiği
mücadelen ona kalmıştı. Adam, yumuşak bir eğimle sahile inerek denizin kokusunu
taşıyan sokağın, dalgaları gizleyen kıvrımının başladığı yerde, iki katlı taş
bir binanın önünde durdu. Sağ bacağından yardım dilenerek duruşun sağlama aldıktan
sonra, başını temkinli bir şekilde kaldırarak binaya baktı. Evin balkonunda
özenle dizilmiş saksılar ve saksıların arkasında gizlendikleri yerde esen meltemle
gönülsüzce sallanan birkaç parça çamaşır vardı. Başını önüne eğdi. Bir süre
kaldırımın taşlarına gözleri kilitlenmiş durdu. Sağ bacağı zonklamaya
başlamıştı. Sendeledi. Kapıya doğru tereddütlü birkaç adım atarak kapı
kokmağını titreyen eliyle çaldı. Tokmağın sesi sokakta yankılandı. Sokak,
tokmağın çıkardığı sesle irkilmiş ve az önceki sükûnetini yitirmişti. Sesin yankılandığı sokağa baktı, bu sokak az
önceki sokak değilmiş gibi geldi ona. Yankılanan ses sokağı sanki
başkalaştırmıştı. Aslında başkalaşanın sokak mı, yoksa yankılanan ses nedeniyle
kendisinin sokak algısı mı olduğunu anlayamadı. Yanan zayıf ışığın kapının
üzerindeki küçük pencereye vurması ile irkildi. Kaçmaya hazırlanır gibi sokağın
kıvrılarak kaybolduğu tarafa baktı. Sanki koca denizi gizleyen kıvrımdan, kendini
de gizlemesini diliyordu. Kapı tereddütsüz açıldı. Kapının aralanan kanadının
arkasında, üzerindeki sabahlığa sıkıca sarılmış genç bir kadının meraklı
bakışları göründü. Kadının bakışları adamı buldu ve gözlerinde takılıp kaldı. Yüzünde
beliren sevecen bir tebessümle kadın kenara çekilerek kapıyı iyice araladı.
Adam bir iki ürkek adım attı; kapının arkasından kapanmasıyla sokakla
arasındaki bağın koptuğunu hissetti. Ona şimdi daha uzak ve yabancı gelen
sokak, bir kez daha farklılaşmıştı. Uzun hol boyunca, ısrarıyla sokaklara geri
dönmesinden korkuyor gibi tedirgin önde yol gösteren kadın, ara sıra durarak yarım
bakışlarla adamın kendisini takip edip etmediğini yokluyordu. Açılan salon
kapısından hole dolan ışık adamın gözlerini yaktı.
Salon eski fakat birbirleriyle uyumlu
mobilyalarla döşemişti. Yıllardır aralarına yenilerinin eklenmediği belliydi.
Adam kısık gözleriyle salonu taradı. Kadının eliyle gösterdiği koltuğa baktı.
Yorgun dönüşlerde hep oturduğu koltuk yine yerindeydi. Oturmak için can atıyordu.
Bacaklarının takati tükenmişti. Sağ bacağı zonkluyordu. Bir iki aksak adımla
kendini koltuğa bıraktı. Salonun ışığında adamı baştan aşağı süzen kadının yüzündeki
memnuniyet yerini endişe ve korkuya bırakmıştı. Ancak nereden başlayacağını ve
ne soracağını bilemedi. Hangi sorunun daha öncelikli olduğuna karar veremediği
belliydi. Söze her başlama girişimi, endişe dolu bir yüz ifadesinde gizlenen
bir yutkunmaya dönüşüp kayboluyordu.
“Kapıyı bu sefer kim olduğumu sormadan açtın.”dedi adam.
Kadın adamın bakışlarını yakalayarak başını salladı. Koltuğun önüne dizlerinin
üzerine oturdu.
“Daha önce de kapıyı çalan sendin değil mi?” Adam bir an
düşündü “Evet bendim.”dedi. Kadın sitemkâr
bir edayla,
“Önce rüya gördüğümü düşündüm. Sonra sen olduğunu anladım.”
kadın sözünü yarım bıraktı. Öne doğru eğilerek adamın gözlerine baktı ve “Kapıyı
açtığımda neden sen gitmiş oluyordun?” diye sordu.
“Sorduğun o soruya verecek cevabım yoktu. Bu nedenle her
seferinde tekrar geldiğim yere döndüm.” Adamın sözlerinde mahcubiyet vardı.
Konuyu sürdürmek istemiyormuş gibi salonda gözleriyle dolaşmaya başladı. Kadın
devam etti,
“Sen gittikten sonra, önce hemen dönersin sandım; bekledim.
Dönmen uzadıkça neden gittiğine dair aklımda beliren binlerce soru beni burada
tuttu. Sonra da…” kadın yutkundu. “Okulumu bıraktım, bazı tablolarını satarak burada
yaşamaya devam ettim. Belki bunun için bana kızarsın”
“Kızmak mı?” dedi adam.
“Yanlış hatırlamıyorsam son maaşını ödememiştim.” diye devam
etti.
“Kayboluşun çok konuşuldu.” Adam ilgisizce tebessüm etti.
Bu gönülsüz tebessümden güç alan
kadın ayağa kalktı ve hiçbir şey söylemeden adamın üzerindeki lime lime olmuş elbiseleri
çıkarmaya başladı. Adam itiraz etmedi. Kadının getirdiği temiz elbiseleri
giydi, getirdiği su ile ellerini ve yüzünü yıkadı. Genç kadın adamın
bacağındaki yarayı sararken mutlu bir bebek gibi salon tavanındaki desenleri
izliyordu. Bacağındaki yaranın zonklaması günler sonra ilk defa dinmişti. Adamın
kavuştuğu bu çocuksu huzuru sağlamanın verdiği cesaretle kadın “Neden gittin?”
dedi. Adam tavana diktiği bakışlarını kadının gözlerine çevirdi.
“Onları hapseden duvardaki küçük bir delikten gördüklerini dünyanın
tamamı sanan ebedi mahpuslardan birisi olduğumu fark ettim. Oysa ben hiçbir
şeyin aklımızı ve duygularımızı sınırlandıramayacağını sanırdım. Ancak hepimiz,
hayata bu delikten bakıyor gibiyiz…” adam titreyen parmağını başına dayadı. “Aynı
delikten baktığımız için görüşümüz aşılmaz engellerle birbirine öyle
benzeştirilmiş ki.. En özgün duyumsama, oluş ve hissediş ne yazık ki, kolektif bilincimizde
zaten var olanlar. Geçmişte yaşamış, şuan var olan ve gelecekte var olacak tüm
insanlar, bizler, hepimiz, bireysel bilincimiz diye, koca bir kazanda
pişirilmiş bilinç çorbasından bir kepçe taşıyoruz.” Kadın anlamadığını belli
eden bakışlarla adamı seyrediyordu. Adam bezgin bir ses tonuyla devam etti. “Bir
karıncanın midesinde bulunan şeyin koloninin diğer karıncalarının midesinde de
bulunması gibi. Bir karıncanın midesinde hangi gıdadan ne oranda bulunuyorsa,
diğer karıncaların midesinde de aynı gıdadan aynı oranda bulunduğunu
öğrendiğimde bunun sosyal eşitlikçiliğin zirvesi olduğunu düşündüm. Düşün bir
kere! Tüm koloni, kolektif koca bir kursağa dönüşmüş gibi. Şimdi anlıyorum ki,
insan da ne kadar çabalarsa çabalasın kolektif bilincimizde olanın ötesine
uzanamıyor.” Yorgun düşmüştü; sustu. Kadın “ Açsındır sana bir şeyler
getireyim.” dedi ve salondan çıktı. Adam gömüldüğü koltuktan zorlukla ayağa
kalkarak karşıdaki çift kanatlı büyük kapıya doğru aksayarak ilerledi. Kapı
kilitli değildi. Kapıyı açınca bayat boya kokusuna karışmış kesif bir küf
kokusu genzini sızlattı. Perdeler kapalıydı. Işığı yaktığında önce duvar
kenarlarına dizilmiş tabloları gördü. Odanın ortasında duran masanın üzerinde kurumuş
boyalar, temizlenmeden bırakılmış fırçalar vardı. Masanın önünde duran
sehpadaki tuvalin üzeri örtülmüştü. Resmin üzerindeki örtüyü kaldırdı. Sehpanın
biraz ötesinde yüksek bir tabure duruyordu. Taburenin üzerinde bir sabahlık vardı.
Kadın elinde tepsi ile odaya girdiğinde adamı sehpada
duran tabloyu izlerken buldu. Kadın bir süre adamın arkasından onu seyretti.
“Bu tamamlamadığın portreme ne fiyat biçiyorlar biliyor
musun?” dedi kadın. Adam omzunu silkti “Degas resim yapamayacak kadar
ihtiyarladığında tabloları inanılmaz fiyatlara satılmaktaydı. Ama o bunlarla
ilgilenmiyordu bile. Bunu hatırlatanlara ‘insan yaşlılığında nasıl da kayıtsız
oluyor.’ demişti.” Tuvalin üzerini
tekrar örttü. Kadına döndü.
“Yüzyıl sonra ben de aynı noktaya vardım. Kayıtsızlık…” Aksayarak
duvarı kaplayan kitaplığa doğru bir iki adım attı. “Burada konuştuğumuz son
geceyi hatırlıyor musun?” dedi adam. Kadın elindeki tepsiyi masanın üzerine
bırakarak ellerini arkadan adamın beline doladı, sırtına şefkatle başını
yasladı. “Hatırlıyorum. Sen gittikten sonra kendimi çok suçladım.”
“Hayır, senin suçun yoktu.” Ayakta durmakta zorlandığı
belliydi, kadını arkasından sürükler gibi yakındaki kanepeye doğru yürüdü.
Kanepeye oturdu. Kadın masadaki tepsiyi getirerek yanına oturdu. Adam üzerinden
buğular yükselen çorbaya baktı. Çorbanın kokusu davetkârdı. Kaç gündür ağzından
bir lokma geçmemişti. Çorbayı yavaş yavaş içmeye başladı. “Bilincimiz, aynı kazanda
pişirilen çorbadan bir kâse gibi birbirine benzeşmekte..” diye mırıldandı. Çorba güç vermişti. Kadına döndü. “Şu
tabloları neden yaptım biliyor musun?” dedi, eliyle odanın duvarlarına
yaslanmış tabloları göstererek. “Bu tabloları benden başka hiç kimsenin
yapamayacağını, tüm dünyaya göstermek istedim. Yaratılan tüm eserler, yaratıcıları
tarafından bunun için yaratılır. Bir başkasının yaratabileceği eser yaratıcısı
için hiçbir anlam ifade etmez. Özgün eserler özgün bakış açılarından doğar. Ancak,
bize farklıymış gibi gelse de, aynı kazandan farklı zamanlarda ve farklı kepçelerle
alınan çorba farklı olmaz. Başka kazana ulaşamıyorsan tasındaki çorbanın
ötekinden farklı olduğunu iddia etmek saçmalıktır. Bilinçaltımda mayalanan ve
eserlerimde görünür kılınan duyumsayışımın, ne kadarının bana ait olduğunu bile
bilmiyorum. Daha kötüsü bana özgü bir duyumsayışımın var olup olmadığının bile
farkında değilim; kimse de olamaz. Duyumsayışlarımız ve yorumlayışımız değil
midir ki, bizi özgün kılan? O halde şu dünyada kim özgünlük iddiasında
bulunabilir?” Sustu. Derin bir nefes bıraktıktan sonra devam etti ”Özgünlük
iddiası lime lime olduktan sonra “sen kimsin?” sorusuna nasıl cevap
bulabilirim. İnsan sadece yarattıklarıyla tanımlanır. Yıllarca özgünlüğüyle
gurur duyan ben, hiç olmadık bir zamanda sıradanlığımla yüzleşince, koca ormanda
bir ağaç, koca ağaçta bir yaprak olduğumu görünce …” adam sözünü yarım bıraktı.
Kadın adamın söylediğini anlamaya çalışıyordu, soru dolu bakışlarını adama
dikmişti. “Son geceyi hatırlıyor musun? Ben şurada portreni yapıyordum.” Eliyle
sehpayı işaret etti. “Sana sanatımda ilerledikçe, tablolarım mükemmelleştikçe
ve daha çok tanındıkça hiçbir şehrin bana yeterli gelmediğini, tutunmak için ne
bedeller ödediğim bu şehrin bile artık yetersiz kaldığını söylemiştim. Hiçbir
bedelin beni satın alamayacağını söylemiştim.” Kadın “Evet hatırlıyorum.” dedi.
Adam devam etti. “Söylediklerimin sana bir filozofun mısralarını hatırlattığını
söylemiştin.“ Kadın adamın sözünü kesti. “ Evet İbn-i Sina’nın bir mısraını hatırlattığını söylemiştim. Tez konumdu.” diye ekledi. Adam
başıyla tasdik etti. “Evet, ve mısraları okumuştun. Hala hatırlıyor musun?”
“Büyük bir kimse oldukça artık hiçbir ülke bana uygun
gelmiyor.
Değerim yükseldikçe artık alıcı bulamıyorum. “
Kadının sesinde bilmeden işlenmiş bir suçun endişesi vardı. Adam
derin bir nefes aldı. “Bahsettiğin filozof hakkında fazla bir şey
bilmiyordum. Asırlar önce dünyanın öteki ucunda yaşamış bir filozofla dünyaya
bakışımızın, hayatımızın bir döneminde bu kadar benzeşmesi beni dehşete
düşürdü. Oysa bu değerlendirmeyi yaparken, sadece kendi bilincime dayandığımı
sanıyordum. Sen odadan çıkınca kütüphaneyi taradım. O filozof hakkında yazılmış,
babama ait eski bir kitap buldum. Babamın ayraç koyarak ayırdığı sayfayı açınca
altı özenle çizilmiş satırları okudun, aynı mısra idi. Bu mısra babamın da
dikkatini çekmişti. Demek o da bu mısralarda kendinden bir şeyler bulmuştu. O
an kendimden, eserlerimden, fikirlerimden, bana ait sandığın ne varsa onlardan
şüpheye düştüm. ‘Ben kimim?’ sorusu artık bende cevabı olmayan bir soruydu.
Bilincimin ucuz bir otel odası kadar umuma açık olduğunu hissettim. Burada
kalamazdım. O gece burayı terk ettim. Kalabalıklar arasında kendimi çırılçıplak
hissediyordum. Bana bakan her gözün içimden geçen her şeyi bilebildiğini düşünüyordum.
Kaçtım karanlıklara, bana kim olduğumun sorulmayacağı kuytulara
sığındım. Günlerce tek lokma yemeden ve haftalarca güneş ışığını görmeden
şehrin karanlık kuytularında yaşadım. Şehri terk edip dağlarda yaşadım. Soğuk
gecelerde titreyerek gökyüzünü seyrettim. Kendi içime döndükçe her seferinde sanki
tüm insanlığın tümleşik bilinciyle karşılaşıyordum. Tüm insanlığın ortak bilinci
olduğunu fark edince, bilincim, büyümeye başlıyor, o kadar büyüyor, o kadar
büyüyordu ki, sonunda onu yaratmaktan vazgeçip ona sığınmakta buldum çareyi. Beni
çepeçevre sardı. Kendi sarayımı inşa etmekten çaresiz vazgeçtim. İnsanlık
bilincinin koca sarayında yaşamaya karar verdim. Hiçliğimi kabullenerek, sıradanlığımı içselleştirerek,
okyanusta bir dalga, dalgada bir su zerresi olarak, kâinatta iz bırakma,
hatırlanma veya tanımlanma gereği duymadan yaşayabileceğimi fark ettim. Kum
tepelerinin, kum zerreciklerinin bir araya gelmesi ile oluşmasını, sonra ters
bir rüzgârla dağılıp başka bir yerde tekrar bir araya gelmelerini izledim. Çölün
sonsuz tekdüzeliğinde bu kum tepeleri hiçliklerini ve geçiciliklerini
kabullenmiş göründü bana. Zaten şu görkemli kâinatı oluşturan madde de, bir
birinin tıpa tıp aynısı minik enerji sicimciklerinden oluşmamış mıydı? Boşluk,
hiçlik ve tekdüzeliğin egemen olduğu şu kâinatın bir parçası değil mi insan? İnsan
bu ise, bilincimiz neden bu tekdüzeliğin, bu bütünlüğün bir parçası olmasın?
Yüreğimi ezen yükten kurtulmuştum. Sıradanlığımla yüzleşmiş ve onu bağrıma
basmıştım. O an sana dönmeye karar verdim. Bu gece yine kapıda “Sen kimsin?”
diye sorsaydın da, verecek cevabımın olmamasını kabullenmiştim. ”Kadın kanepeden
inerek adamın dizinin dibine oturdu. Başını adamın dizine koydu. Adam, nasırlı derisinde eski yaraların izlerini
taşıyan eliyle kadının saçlarına dokundu. Odanın perdeleri güneşin ilk ışıkları
ile aydınlanıyordu. Konuşmadılar. Sustular. Susarak konuştular. Odanın kapısı
kesik bir cızırtı ile açıldığında ikisi de irkildi. Kadın telaşla kalkarak
kapıya koştu. Daha bir iki adım atmıştı ki, odanın açılan kapısının
ardından küçük bir kız çocuğu göründü. Yüzünün her iki yanı omuzlarına kadar
inen sarı bukleli saçlarıyla kapanmıştı. Çocuk, parmaklarının üzerinde uzanarak
tutuğu kapıyı iterek içeri girdi. Öteki elinde sıkıca tuttuğu bebeği vardı. Kadın,
çocuğu adamın yanına getirdi. Çocuk gözünü bir an olsun adamdan ayırmıyordu.
Kadın “İşte okulumu bırakmama neden olan tatlı sebep” dedi. Çocuğu omuzlarından
tutarak adama doğru itti. Çocuk hala adamın gözlerine bakıyordu. Adamın yüzünde
kendisinin bile yadırgadığı bir tebessüm belirdi. Çocuk “Sen kimsin?” dedi.
Adam yüzündeki tebessümü sürdürerek “Kim olmamı istersin?” diye sordu. Çocuk
istediği her şey olacağını anladığı adama tebessüm ederek “Oyun arkadaşım olur
musun?” diye sordu. Adam tereddütsüz “evet” dedi. “Ben senin oyun arkadaşınım.”
Çocuk, adamın elini tuttu. Adam zorlanarak yerinden kalktı. Her adımda bukleli saçları
iki yana sallanan çocuk, her adımda aksayarak iki yana sallanan adamın elinden
tutarak odadan çıktılar. Kadın arkalarından bakarken gözlerinden akan,
çocuğunun babasını kendisine geri vermesi için tanrıya yalvardığı sayısız
gecelerde döktüğü kederli gözyaşlarına tıpa tıp benzeyen, gözyaşlarını sildi. Ama
bu gözyaşları keder gözyaşları değildi. Biz onlara “sevinç gözyaşları” diyoruz.
Fahreddin FIRAT
Çok begendim elinize sağlık
YanıtlaSilTeşekkür ederim.
Sil