Çizgilerin Efendisi - 1.Bölüm


            Yaz sıcağının bunaltıcı havasında, güneşin altında parlayan asfaltta hızla yol alan aracımızın çıkardığı sonu gelmez uğultu, sihirli bir ninni gibi bedenimi ve zihnimi uyuşturmuştu. Asfaltın üzerinde uzayıp giden kesikli beyaz çizgilerin hızla yol alan aracımızın altından birer birer geçip kaybolmasına gözlerim kilitlenmişti. Birbiri ardınca kaybolan çizgilerin nasıl da süreklilik oluşturduğunu düşünürken, derin ve dağınık sorular zihnime üşüşmeye başladı. Zihnimde belirmeye başlayan bir soru, daha tamamlanmadan ince bir kasılmayla sarsıldım.
 “Aracı durdur.”  diye bağırdım. Araç sert bir fren sesiyle olabildiğince çabuk durdu.  Mücevher dolu çantamı düşürmüş gibi kendimi asfalta attım; ben daha hangi çizgiden başlayacağına karar vermeden aracın dururken yolun kenarından kaldırdığı toz bulutu ulaşarak beni içine aldı. Toprağın kuru kokusunu genzimde hissettim.  Az önce üzerinden geçtiğimiz en son beyaz yol çizgisini gözüme kestirmiştim; koşup, sıcak asfalta diz çöktüm ve çizgiyi yakından incelemeye başladım. Ötekilerin aynısı, tıpatıp benzeri ve sınırları kesin gibi görünen bu çizgiyi, sıcaktan kavrulmuş asfalta ellerimi zorlukla dayayarak yakından incelemeye başladım. Yetinmedim, bir sonraki çizgiyi de gayet dikkatlice inceledim; sonra bir başkasını.. İncelemeyi sürdürdükçe hayretim artmaktaydı. Az önce zihnimi ürperten sorunun cevabı, tahmin ettiğim gibiydi. Sandığımızın aksine bu çizgilerin biri ötekine hiç benzemiyordu. Biraz yakından bakıldığında birbirinden sayısız farklarının olduğunun görülmesi mümkün iken bu ana kadar bu çizgilere hep uzaktan bakmış ve birbirlerinin aynısı olduğunu düşünmüştüm. Şimdi daha iyi anlıyordum. Az öncesine kadar bu yol çizgilerini çizen ve kontrol eden efendi ben olsaydım; silinen veya bozulan çizgilerin yerine yenisinin çizilmesini buyurarak eksikliği giderdiğime inanacaktım. Bu güne kadar yoldaki bir çizginin gözümdeki değeri, ihtiva ettiği boyanın değerini aşmıyordu. Dizime dayadığım sol elimle çenemi kaşırken şu sonuca varmıştım;
 “Eğer ben sıkça üzerinden geçip gittiğim bu çizgileri tüm farklılıklarıyla tanısam ve onları her birine verdiğim isimle anabilsem; yıpranan, kaybolan her bir çizginin yasını tutmam gerekirdi.”
Vardığım sonuç, bir yönüyle içimi rahatlatmıştı. Ben ki aciz bir kul; çevremdeki bunca detayı nasıl fark edip, tanıyıp onları koruyacak ve kaybolanın tek ve eşsizliğinden, onların yasını tutacaktım. Bu halin tam bir deli saçması olduğuna karar verdim. Fakat arsız bir soru uslanmaz bir afacan gibi zihnimi çekiştirip duruyordu. Dikkatimi çevirdim. Bana muzip bir gülücük gönderdi.
“Tanrı için şu çizgiden daha değerli olduğunu nerden biliyorsun?” soru canımı sıkmıştı. Bu şımarık haylazı kovmayı denedim. Ne mümkün. Başımı çevirdiğim her köşeden farklı bir görünüşte karşıma çıkıyordu.  Beynimde bana acı veren bir şimşek çaktı,
” Ya tanrı” dedim kendi kendime “Ya tanrı da insanlara baktığında hep aynı şeyi görüyorsa.” Araçtan benimle beraber inerek, yol çizgilerini koklarcasına incelerken beni izleyen yolculara baktım. Merakla bekliyorlardı. Midem kasıldı, içimde bir boşluğun büyüdüğünü hissettim. “Ben ve onlar, bizler aynı mıyız?” Tanrı aramızdaki farkı görmüyorsa eğer, ölenin yerine doğanı koyuyorsa, kaybedenle kazanan onun için aynıysa, bize yakından bakmayıp, bizi duymuyorsa eğer…” midem bulandı.  Acıların, onu çekenlerin yüreklerinde bıraktığı enkazı göremeyen tanrıya içimde kabaran öfkeyle “Tanrı gör artık farklı olduğumuzu, bize zulmetme!” diyerek bağırmaya başlamıştım ki, gözlerimi açtım. Fakat ne yazık ki kulağımda çınlayan “Tanrı” nidama bakılırsa, cümlemi haykırmaya başlamıştım.
  Meraklı gözler, sanki tüm soruların cevaplarını biliyormuşum gibi bakıyordu. İnsanların bu huyları beni hep delirtmiştir zaten. Hep cevap beklerler, açıklama isterler ama verilen sıradan, üstünkörü ve baştan savma cevaplara da inanmak için can atarlar. Zaman geçiyordu ve beklenti büyümekteydi. İşte o an mantığımın arsız yüzü kendini gösterdi; tam da zamanında. Onsuz bu durumdan nasıl çıkardım bilmiyorum. “Himm, Tanrı aşkına endişelenmeyin. Önemli bir şey değil.” dedim.
Bunu söylerken yayıldığım koltukta oturuşumu düzelttim; minibüsün arkasına dönerek tebessüm eden bir yüzle özür dilemeye çalışıyordum. Hala o açıklama bekleyen bakışlar üzerimdeydi. Yanımdaki şoföre döndüm “Önemli bir şey yok. Sesli düşündüm. Lütfen yola devam edelim.” Başta şoför olmak üzere herkes oturuşlarını düzelttiler ve araç yavaşça yola çıktı. Arkadan gelen tereddütlü sohbet girişimleri durumun normalleşmeye başladığını gösteriyordu.  Yaz sıcağından mı yoksa içine düştüğüm durumdan mı bilmiyorum terliyordum. Açılacak her konuya dahil olmaya razıydım. Toplumun sohbet dağarcığındaki en sıradan konuları konuşmanın normalliği arkasında kaybolmak, bakışları başka yönlere dağıtmak istiyordum. Şoförün, her an yıkılacak bir kule gibi saman balyalarının yüklendiği kamyonu göstererek “Bak abi böyle olur mu?” cümlesi tam beklediğim şeydi. Tereddütsüz sohbete daldım.
E şehrine vardığımızda öğlen olmuştu. Şehir yollarının kalabalığı yanında, yolcuların birer ikişer inmek istemeleri hızımızı daha da yavaşlatmaktaydı. Benim de sabah mesaisine kavuşma şansım kalmadığından acelem yoktu. Şoför bana doğru hafifçe eğilerek “ Hemşerim! Akıl hastanesine bırakacağım bir yolcum var. Önce onu bıraksam, sonra sizi merkez durağa bıraksam olur mu?” Hiç düşünmeden “Önemi yok, önce onu bırakalım” dedim. Sanki benden alacağı cevabı önceden biliyormuş gibi sözümü bitirmeden bir baş hareketi ile işine geri döndü.

 Ruh ve sinir hastalıkları hastanesi etrafını çeviren yüksek duvarlarla şehrin kalabalık ve curcunasından ayrılmıştı. Şehrin yüksekçe bir yerine kurulmuş hastane, gür ağaçların koyu gölgesinde geniş bir alana serpilmiş binalardan oluşmaktaydı. Aracımız yüksek kemerli büyük demir kapıdan geçerek, ağaçların arasında kıvrım kıvrım ilerleyen dar bir yola saptı.  Beyaz, hiçbir mimari özelliği olmayan, ötekilere göre daha yeni, estetikten yoksun, baş üstünde dam olsun ürünü, sevimsiz bir binanın önünde durduk. Arkadan genç bir kadın ayağa kalkıp, araçtan inmek için kapıya doğru ilerlerken “ Valizimi indirebilir misiniz?” dedi. Yolcuyu indirip hemen yola devam etmeye kendini şartlandırmış adam bir an durdu ve “Aman! Valiziniz yukardaydı.” dedi ve hızla kendini dışarı attı. Şoför bu unutkanlığı telafi etmek istercesine hızla minibüsün üzerine tırmandı. Minibüsün içinde birkaç yolcu, indirdiği valizi binaya taşımakta ısrar eden şoförü seyrettik. Aracın içi sıcaktı. Yüksek ağaçların koyu gölgelerinin serinliği davetkârdı. Aracın kapısı açtım. Serin bir rüzgâr yüzümü yaladı. O an sık ağaçlıkların arasından birinin beni gözetlediği hissine kapıldım. Etrafta kimse yoktu. Bu hissi anlamsız, mantıktan yoksun ve burası hakkındaki ön yargılarımdan kaynaklanabileceğini düşünerek bir kenara attım. Zaten hangi his mantıklı olabilirdi ki? 
Devam edecek...


Yorumlar