Yeşil Elbiseli Kadın
Şimdi kabaran gücümle, kızgın bir
goril gibi göğsüme vurarak avazım çıktığı kadar bağırıp, meydan okumak ve o
ince bele sarıldığım gibi sarkan sarmaşıklara tutunarak, onu cilveli kıkırdamalarını
sonsuza kadar dinlemekten usanmayacağım vahşi ormanıma götürmek
istiyordum. Dudaklarım kuruyordu. Hızlanan kalbim damarlarıma kan değil de
kızıl bir ateş pompalıyordu sanki. Yaklaştıkça heyecanım artıyor, heyecanım
arttıkça uysallığımın bir parçasından kurtuluyordum. Her şey mümkün, her şey
doğal gelmeye başlamıştı. Doğal olanın beni büsbütün etkisine aldığını
hissediyordum. Zaten katıksız doğal olanın, katıksız yaşama hissi yarattığını da
o an anladım. Daha fazla dayanamazdım. Kanımdaki ateş, bir an bile durmama
engeldi. Kadın tam yanımdan geçerken aracın kapısını açtım. Yarım araladığım
kapının önünde durdu.
-Merhaba, dedi.
Kapının aralığı yetmedi. Camı indirdim. Gordion düğümü sanki
boğazıma sarılmıştı. Sanki kutupların soğuğu tüm ateşimi emmişti; piramitlerin
tanrısal ağırlığı altında eziliyordum; derin vadilerde gizlenen ölüm peşimdeydi
ve insan eli değmemiş o zirvelerden boşluğa yuvarlanıvermiştim. Zihnim boş bir tenekeydi sanki. Evirdim
çevirdim bir avuç sadakalık söz bulamadım. Çaresiz başımı salladım.
-Müsteşarlık ek binası nerede acaba? Bu soru zihnimde bir yerlere
takıldı. Çektikçe hatırlamaya başladım. Benim de gideceğim yer orasıydı. Bina
arkamdaydı. Telaşla söz dağarcığıma uzandım. Aradım taradım bula bula “Arkamızda”
sözünü bulup çıkarabildim. O romantik yalnızlıklarda, geç saatlere kadar
doldurduğum sayfalara nakşettiğim sözcükleri bulmaya çalıştım öfkeyle. Apansız karşılaşmalar için her olasılığa göre
hazırlayıp, çeyiz gibi elden uzak köşelere dizdiğim o ağdalı çapkın sözler uçup
gitmişti. Kınalı ellerin, hayalleriyle işlediği çeyiz gün yüzüne saçılmış,
sararmış, mahremi ile beraber anlamını da yitirmişti. Kısa bir fren sesiyle
irkildim. Yanımızda duran aracın camı inmeye başladı. İnen cam, sanki gök
tahtında oturan bir tanrıçayı yeryüzüne indiriyordu. Tanrıca milim milim tamamlandı.
Mavi gözlerini bana dikti, hafif bir boyun kıvırmasının eşlik ettiği tebessüm, kelimelerin
dökülmesi için aralanan dudaklardan düşüverdi.
- Affedersiniz! Müsteşarlık ek binası bu sokakta mı?
Kuruyan dudaklarımı ıslattım. Gözlerimi mavi gözlere dikmiş,
konuşmaya başlayacaktım ki sol yanağımda kuvvetli bir sızı hissettim. Bu sızı
beni kendime getirdi. Yeşil elbiseli kadın yoktu. Şaşkınlıkla etrafa bakındım. Aracın
camı tekrar kalkmaya başladı. Tanrıça, ölümlüler arasında olmaktan vazgeçmişti.
Aracın güçlü homurtusu, kapanmak üzereyken camdan yola kendini atan “Aptal”
sözünü ezdi. Ben hala şaşkınlıkla etrafıma bakınırken arkamdaki binadan
çıkanları gördüm. Yeşil elbise giymiş kadın da binadan çıkanlar arasındaydı. Elinde
pembe bir dosya tutuyordu. Tam yanımdan geçerken telefonuna “Öğlen arasından
önce hallettim. Dönüyorum.” dedi. Geç kalmıştım,
sabah mesaisi bitmişti ve beklememin anlamı kalmamıştı. Kapatmak için kapıya
uzandım, kapı zaten kapalıydı. Camı kapatmak istedim; hiç açılmamıştı. Ama sol
yanağımdaki sızı devam ediyordu. Anladım ki yine “tanrı zamanı” kelebeğin
zamanına dokunmuştu. Bu, aşk piyangosunun
bana isabet eden ödülüydü. Derin bir nefes aldım. Aşk nedir ki dedim kendi
kendime; bir lahzaya sığabilen tanrı zamanı değil mi?
Fahreddin FIRAT
Yorumlar
Yorum Gönder