Yeşil Elbiseli Kadın


Aracımı sokağın kenarında bulabildiğim dar bir araya henüz park etmiştim onu gördüğümde. Görmek dediysem bakıp fark etme değil, gözlerimin üzerine çivilenmesiydi başıma gelen. Üst sokaktan indi; etrafa bakınmasından bir yer aramakta olduğu belli oluyordu. Siyah düz saçlarının ucundaki dışa doğru hafif kıvrım, başının her hareketinde omuzlarına dokunup geçiyordu. Vücuduna tam oturan yeşil elbisesi, örtmesi gereken vücudu daha bir belirginleştiriyordu. İçimde, ince bir sızı gibi, derinlerde bir yerde peydahlanan küçük kabarcıkların göğüs kafesim boyunca yükseldiğini hissettim. Eteğinin ancak küçük bir kısmını örtebildiği biçimli bacakları, üzerine düşen güneş ışığının tamamını yansıtacak kadar dolgun ve beyazdı. Kalkmaya hazırlandığım araç koltuğuna yapışmıştım adeta. Kalkacak ne gücüm ne de isteğim vardı. Bana doğru gelirken o bacaklarla attığı her adımda kıvrılan ince beli, belinin her kıvrılışında kalçasının küçük atımlarla her iki yana sallanışı ve bu ahengin boynunda yarattığı salınım, kadın güzelliğinin zirvesine davet ediyordu bakışlarımı. Her adımda dolgun kıvrımlarının üzerine düşen her ışık zerresini başka bir yöne yansıtan o bacaklar… Tüm algımı kendine bağlayıveren bu apansız güzellik, organlarımla onların efendisi beynim arasındaki bağı koparıp atmıştı. Hükmettiği organları kendi haline bırakan aklımdan o an neler geçtiğini anlatmak zor. Çözeceğim bir Gordion düğümünün mutlaka var olması gerektiğini, mutlaka keşfedilecek yeni kutupların bulunduğunu, binlerce yıl yaşayacak yeni piramitler dikilebileceğimi, derin vadilerde ölümümü kovalayıp, tırmanılmamış yeni zirveler fethedebileceğimi düşünüyordum. Tüm bunları ben, bu güne kadar şehirden çıkmamış olan ben düşünüyordum.  Merdiveni asansöre göre daha güvenli bulan; çantasında terlediğinde sırtına koymak için havlusunu taşıyan, umuma acık yerlerde kapı kollarına dokunmamak için birinin kapıyı açmasını bekleyen ben.
Şimdi kabaran gücümle, kızgın bir goril gibi göğsüme vurarak avazım çıktığı kadar bağırıp, meydan okumak ve o ince bele sarıldığım gibi sarkan sarmaşıklara tutunarak, onu cilveli kıkırdamalarını sonsuza kadar dinlemekten usanmayacağım vahşi ormanıma götürmek istiyordum.  Dudaklarım kuruyordu.  Hızlanan kalbim damarlarıma kan değil de kızıl bir ateş pompalıyordu sanki. Yaklaştıkça heyecanım artıyor, heyecanım arttıkça uysallığımın bir parçasından kurtuluyordum. Her şey mümkün, her şey doğal gelmeye başlamıştı. Doğal olanın beni büsbütün etkisine aldığını hissediyordum. Zaten katıksız doğal olanın, katıksız yaşama hissi yarattığını da o an anladım. Daha fazla dayanamazdım. Kanımdaki ateş, bir an bile durmama engeldi. Kadın tam yanımdan geçerken aracın kapısını açtım. Yarım araladığım kapının önünde durdu.
-Merhaba, dedi.
Kapının aralığı yetmedi. Camı indirdim. Gordion düğümü sanki boğazıma sarılmıştı. Sanki kutupların soğuğu tüm ateşimi emmişti; piramitlerin tanrısal ağırlığı altında eziliyordum; derin vadilerde gizlenen ölüm peşimdeydi ve insan eli değmemiş o zirvelerden boşluğa yuvarlanıvermiştim.  Zihnim boş bir tenekeydi sanki. Evirdim çevirdim bir avuç sadakalık söz bulamadım. Çaresiz başımı salladım.
-Müsteşarlık ek binası nerede acaba? Bu soru zihnimde bir yerlere takıldı. Çektikçe hatırlamaya başladım. Benim de gideceğim yer orasıydı. Bina arkamdaydı. Telaşla söz dağarcığıma uzandım. Aradım taradım bula bula “Arkamızda” sözünü bulup çıkarabildim. O romantik yalnızlıklarda, geç saatlere kadar doldurduğum sayfalara nakşettiğim sözcükleri bulmaya çalıştım öfkeyle.  Apansız karşılaşmalar için her olasılığa göre hazırlayıp, çeyiz gibi elden uzak köşelere dizdiğim o ağdalı çapkın sözler uçup gitmişti. Kınalı ellerin, hayalleriyle işlediği çeyiz gün yüzüne saçılmış, sararmış, mahremi ile beraber anlamını da yitirmişti. Kısa bir fren sesiyle irkildim. Yanımızda duran aracın camı inmeye başladı. İnen cam, sanki gök tahtında oturan bir tanrıçayı yeryüzüne indiriyordu. Tanrıca milim milim tamamlandı. Mavi gözlerini bana dikti, hafif bir boyun kıvırmasının eşlik ettiği tebessüm, kelimelerin dökülmesi için aralanan dudaklardan düşüverdi.
- Affedersiniz! Müsteşarlık ek binası bu sokakta mı?
Kuruyan dudaklarımı ıslattım. Gözlerimi mavi gözlere dikmiş, konuşmaya başlayacaktım ki sol yanağımda kuvvetli bir sızı hissettim. Bu sızı beni kendime getirdi. Yeşil elbiseli kadın yoktu. Şaşkınlıkla etrafa bakındım. Aracın camı tekrar kalkmaya başladı. Tanrıça, ölümlüler arasında olmaktan vazgeçmişti. Aracın güçlü homurtusu, kapanmak üzereyken camdan yola kendini atan “Aptal” sözünü ezdi. Ben hala şaşkınlıkla etrafıma bakınırken arkamdaki binadan çıkanları gördüm. Yeşil elbise giymiş kadın da binadan çıkanlar arasındaydı. Elinde pembe bir dosya tutuyordu. Tam yanımdan geçerken telefonuna “Öğlen arasından önce hallettim. Dönüyorum.” dedi.  Geç kalmıştım, sabah mesaisi bitmişti ve beklememin anlamı kalmamıştı. Kapatmak için kapıya uzandım, kapı zaten kapalıydı. Camı kapatmak istedim; hiç açılmamıştı. Ama sol yanağımdaki sızı devam ediyordu. Anladım ki yine “tanrı zamanı” kelebeğin zamanına dokunmuştu.  Bu, aşk piyangosunun bana isabet eden ödülüydü. Derin bir nefes aldım. Aşk nedir ki dedim kendi kendime; bir lahzaya sığabilen tanrı zamanı değil mi?


Fahreddin FIRAT      

Yorumlar