Cennetten Kovuluş - 7. Bölüm

Köyün gençlerinin ergenliğe adım atacakları gün gelmişti. Sabah ellerindeki çiçek demetleriyle toplanan genç kızlar ve delikanlılar mabede doğru yürümeye başladılar. Tüm köy halkı yol boyunca her iki yandan onları kuşatmış olarak önlerinden geçerken üzerlerine bereketin sembolü buğday serpiyorlardı. Genç kızların zarif bedenleri etekleri yere kadar uzanan beyaz elbiselerin içerisinde ince bir dal gibi deviniyordu. Delikanlıların yakası açık dar gömlekleri henüz şekillenmeye başlayan güçlü vücutlarını örtemiyordu. Beyaz bir bulut gibi mabede doğru ilerleyen gençler, son çocukluk haklarını kullanmak ister gibi kaçamak bakışlarla geride kalan ailelerine bakıyorlar, çocukluktan kovulacakları bu gün, her çocuk için istenmesi meşru anne ve babalarının sevgisini son bir kez gözleriyle doyasıya tatmak istiyorlardı. Çocuklarının her adımda kendilerinden uzaklaştıklarını bilen anneler ve babalar ise zamanın geri döndürülemezliğini içlerinde yakıcı bir kırbaç gibi hissediyorlardı. Ve artık biliyorlardı ki, kendi bedenlerinin bir parçası gibi sahiplendikleri çocukları, derin sızılar yaşatarak onlardan ayrılmaktaydı. Kimse tam tanımlayamasa, kimse açıkça ifade edemese de yaşadıkları hayatın özü olan hayal kırıklığının ta kendisiydi bu. Ne kadar yeninin heyecan vericiliğine bulansa ve ne kadar umudun aldatıcılığıyla süslense de hayatın özünde taşıdığı hayal kırıklığıdır insana kalan. En başından en sonuna kadar, boş umutların zalimce tükenişidir bu hayal kırıklığının kaynağı.  Boş umutlar değil midir hayatı biz ölümlüler için tahammül edilir kılan? İçlerinde kıpırdanan yakıcı kederlerini umudun yalancı örtüleriyle örtmeye çalışan ebeveynler, gözleri nemli mabedin kapısından içeri akan beyazlığa bakıyorlardı. Davut dede, yorgun gözlerinin tam seçemediği beyazlığı uzaktan seyrederken artık vazifesini yerine getirmiş olması nedeniyle yaşamasının biricik nedeninin ortadan kalktığını biliyordu. Yaşlılığın kutlanan doğum günlerinin artması olmadığını, ihtiyarlığın, artık yeni olanın verdiği heyecanın aldatıcılığının,  inkâr kabul etmez şekilde insan idrakini zehirli bir sarmaşık dibi kaplaması olduğunu bilecek yaşta idi.      
Dumuzi, genç kızlarla ön sıralarda utangaç adımlarla yürüyen İnanna’ya bakıyor, gözlerini ondan ayıramıyordu. İnanna saçlarında gezindiğinden sanki emin olduğu Dumuzi’nin bakışlarını yakalamak için belli belirsiz başını çeviriyor, ancak bakışlarını hemen kaçıran Dumuzi’nin  bakışlarını yakalayamıyordu. Hayatta birbirlerinden başka kimseleri kalmamış gibi birbirlerini endişe ve merak dolu bakışlarla süzen gençler, eşleri olabilecek akranlarına da tereddütlü ve utangaç bakışlarla bakıyorlardı. Peder gençleri mabedin kapısında karşıladı. Mabette söylenen ilahiler köyü yumuşak bir ninni gibi sarmalamıştı. Güneş ışıklarını süzmeye başladığında ilahiler sustu. Peder, önünde dizlerinin üzerine çöken gençleri gözleriyle tek tek yokladıktan sonra
“Sevgili evlatlarım! Bu gün hayatınızın çocukluk evresini geride bıraktığınız yepyeni bir hayatın başlangıcıdır. Siz tanrının sevgili kulları bilin ki, tanrı sizden razıdır. Siz ki, onun yüce dinine göre hayatlarınızı tanzim etmiş sevgili kullarısınız. Şu dünyada insanın başına gelebilecek en yakıcı azap, tanrının sevgisini yitirmektir. Sizler kuracağınız ailelerinizle birer meşale yakacaksınız, yakacağınız meşale bilin ki, tanrının karanlığa karşı yaktığı meşale olacaktır. Buyurun tanrının vadettiği cenneti daha yakından tanımaya, geçici dünyaya karşı ebediyete kadar sürecek cennet hayatını tatmaya.”
Gençler ilahiler mırıldanarak mabetten çıkarak bereket mağarasına doğru yürümeye başladılar. İnanna mağaraya girerken yanı başında Dumuzi ‘yi gördü. Elini ona doğru uzattı. Dumuzi, kendisine uzanan eli tuttu. Mağaranın içi ürpertici bir serinlikle karşıladı onları. İçerisi oldukça karanlıktı. Dar girişten sızan bir demet ışığın aydınlattığı kaya çıkıntılarından başka bir şey seçilemiyordu. Bir iki ürkek adımdan sonra mağaranın içini daha iyi görmeye başladılar. Her yanda asılı karanlık tablolar gibi duran galeriler vardı. İnanna içlerinden birini seçerek yürümeye başladı. Dumuzi’nin elini sıkıca tutuyordu. Girdikleri galerinin her iki yanlarında oylumlar vardı. İnanna, bir oyluma girdi. Beyaz elbisesinin aydınlattığı oylum ancak uzanabileceği genişlikte idi. İnanna, serilen kuru otların üzerine uzanarak Dumuzi’ye baktı. Gözlerindeki canlılık mağaranın içinde kıt olan ışıkta bile parlayarak kendini belli ediyordu. Dumuzi onu seyretti. Galeriye giren gençlerin kuru otlarda çıkardıkları sesler artmıştı. Dumuzi, karşıda kendine seçtiği oyluma yerleşti. Artık göremese de hala ona bakmaya devam ediyordu. Bu bakış insanın semaya bakışı gibiydi. Göremese de insanın orada tanrının olmasını dileyerek bakışına benziyordu.

Sessiz bir bekleyişle bekledikleri yerlerine yerleşen gençlerin sayısı arttıkça yankılanan uğultu azalmaya başladı. Bir iki küçük öksürük, birkaç kuru ot hışırtısından sonra serin mağara derin bir sessizliğe gömüldü. Duyulan sadece mağaranın içinde yayılan rüzgârın sesiydi. Ses bir rüzgârın belirsiz dalgalanmasından ziyade düzenli bir üfürük, bir tıslama haline gelmişti. Duyulabilen tek ses olan bu tıslama, karanlık mağarada dimağları uyuşturmakta ve onları karşı konulmaz bir uykuya hazırlamaktaydı.  

Yorumlar